28 Nisan 2024 Pazar

Halkımız Kimliksel Oy Tercihi Bariyerini Ne Ölçüde Aşacak (Yıllardır Dönüşmekte Olan Sosyolojinin De Katkısıyla)?


CHP 7 Haziran 2015 ve 2018 genel seçimlerinde ilkinde tabloda da görüldüğü gibi MHP ve kısmen HDP'ye ikincisinde ise dikkat çekici ölçüde İYİP'e az miktarda da HDP'ye oy kaptırmıştı. 2023 genel seçiminde CHP, cumhur ittifakından tamamen kopan %4.5 (yeni seçmen ve sandığa gitmeyenlerin de katkısıyla) oyun yarıya yakınını alsa da partisel çeşitliliğin oldukça arttığı bu seçimde bu kez İYİP'in yanında TİP gibi partilere oy kaybettiği için %25 bandını aşamamıştı. 31 Mart 2024 yerel seçiminde ise yıllardır kaptırageldiği bu oyları büyük ölçüde geri almakla kalmamış bu kez 2024'teki yeni seçmen ve sandığa gitmeyenler harici salt 2023'te AKP+MHP blokuna oy atanların kendi içinden en az %3 oyu koparmış. Başarı biraz da burada gizli.* 

Türkiye'de biriyle muhabbete başladıysanız o muhabbetin dönüp dolaşıp siyasete gelmemesi zor. Geçen yılki o tarihi (!) seçimden bir süre sonra benden yaşça büyük esnaf bir abimizle (siyasal mezunu ama mesleğini yapmıyor) konuşurken muhabbet döndü dolaştı tabii yine siyasete geldi ve aramızda beni biraz şaşırtacak bir diyalog gerçekleşti. Kendisini 5 yıldır biraz tanıyorum ve AKP'ye oy verdiğini biliyorum (kendisi gayet seküler biri). Bu kez Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan'a milletvekili seçiminde ise CHP'ye oy attığını söylüyordu. Hemen niye böyle yaptın dedim, sanıyorum ki dört yapraklı yonca, nadide bir insan buldum diye takıldım. Aynen şöyle dedi: Bak ben ticaret erbabıyım ve hayatımda 2 kez iflas ettim biri 90'ların başı DYP-SHP koalisyonu dönemi diğeri de sen de hatırlarsın 2000'lerin hemen başında DSP-MHP-ANAP koalisyonu. Ondan sonra toparladık neyse ki diye tamamladı sözünü.
Ama dedim ekonomi giderek kötüye gitmiyor mu 2000'lerin başından daha mı iyi durumdayız. Değiliz dedi kötüye gidiyor ama koalisyonlar ile daha da kötüye gideceğini düşünüyorum. Biz ticaret erbapları -ki sayımız az değil- hiçbir şeyden korkmuyoruz koalisyondan korktuğumuz kadar diye de ekledi. Yani dedim Kılıçdaroğlu kazansa bunun bir koalisyon olacağını mı düşünüyorsun. Elbette dedi sen öyle düşünmüyor musun, hem de ne koalisyon 6 benzemez bir arada, cumhurbaşkanı farklı, yardımcıları ve bakanlar 6 farklı partiden, yetmiyor gibi bir de sonra 2 yardımcı daha eklediler, oldu mu sana 8 cumhurbaşkanı yardımcılı bir sistem. Bu kadar farklı görüşün anlaşabilmesi bence olanaksız, zaten kazansalardı kısa sürede yine bir erken seçim kapıdaydı. Yani dedim sen bu seçimde milletvekilliğinde CHP'ye verirken aslında cumhurbaşkanlığında Kılıçdaroğlu'na vermek istemiştin ama bu kadar benzemezin bir arada olması seni caydırdı, haksız mıyım? Aynen öyle dedi, ben de biliyorum ekonomi kötü, değişim olmalı ama böyle değil, en azından 1 dönem daha bildiğimiz şekilde ilerleyelim... Sonra eve gelince hemen sandık bazlı analizlere bakma ihtiyacı hissettim. Acaba bu ticaret erbabı gibi oy davranışında bulunanlar aşağı yukarı ne kadardı. Verileri incelediğimde özellikle İstanbul'da cumhurbaşkanlığında Erdoğan, milletvekilliğinde CHP ya da tam tersi cumhurbaşkanlığında Kılıçdaroğlu, milletvekilliğinde AKP yapanlar diğer pek çok ilde ya yok ya da daha doğru ifadeyle verilere yansımayacak ölçüde düşük olmasına karşın bu kişiler İstanbul'da dikkat çekecek kadar çoktu. Geçen sene Erol Taymaz'ın il bazlı (mahallelere kadar inerek) yaptığı çalışmada şu veriler vardı:

İstanbul'da 2023'te AKP'ye oy atan sayısı 3 milyon 758 bin, buraya dikkat ! bu kitlenin 632 bini cumhurbaşkanlığında Kılıçdaroğlu'na oy atmış, Erdoğan'a değil. Yine İstanbul'da 2023 genel seçiminde CHP'ye oy atan 2 milyon 952 bin kişi var. Bu kitlenin de 324 bini cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan'a oy atmış, yani benim konuştuğum kişi gibi.

          Konda'nın 2013-2024 İstanbul Hayat Tarzı Araştırması

AKP'nin düşüşe geçtiği 2015 seçimi sonrası onun yerini doldurması olası görülebilecek İYİP, ardından çıkışı itibariyle bu konuda daha da iddialı DEVA ve GP siyaset sahnesinde yer aldılar. Öyle ki DEVA ve GP anketlerde kayda değer artışı bir türlü yakalayamadı ve seçim pusulasına bile giremediler. Aslında İYİP de bir türlü patlama yapamayınca geçtiğimiz 2023 genel seçiminde muhalefet %50+1 çoğunluğa yaklaşmış sayılsa dahi, ulaşamadı ve seçimi kaybetti. Oysaki 2023 seçiminde büyük partilerin hepsi AKP, MHP, YSP (2018'deki HDP) az da olsa İYİP partisel çeşitliliğin son derece arttığı bu seçimde bir öncekine göre oy kaybederken CHP bir miktar oy arttırmıştı. Geçen yıl yine bu blogta yazdığım yazıda da görüleceği gibi:

2018’de seçime ittifak dışı ve kendi listesiyle giren Hüda Par dahil Cumhur ittifakı partileri %54 iken bugün bu oran %49.5’e düşmüş. İktidar blokunun toplam oyunda yaklaşık %4.5’luk bir kayıp söz konusu. Bu tamamen ittifak dışına çıkan %4.5’a yakın oyun aslan payını CHP ve Zafer Partisi kapmış.

Yukarıda alıntıladığım bir parçasını gördüğünüz o yazıda muhalefetin kazanmasına yetmeyip sadece seçimi ikinci tura taşımasına yarayan cumhur ittifakından %4.5'lik kaybın ezici çoğunluğunu CHP ve ZP'nin kaptığından bahsetmiştim. Bu oyların o dönem DEVA,GP, DP ve zaten hali hazırda en az %1 ve üzeri oyu olduğu düşünülen SP seçmeninin katkısıyla geldiği akla yatkındı -ki bu partilere verilen vekilliklere göre bu oranın son derece düşük olduğu açıktı-. Ancak geçtiğimiz yerel seçimde bu partiler tahmin edildiği kadar oylar alırken seçime ittifaksız giren CHP, belediye başkanlıklarında oyların %37.8'ini, il genel meclisinde de %34,5'ini alarak AKP'yi ilk kez birincilik tahtından etti ve önemli bir psikolojik üstünlük kazandı. Kuşkusuz ki bu sonuçlar benim konuştuğum ticaret erbabı gibi kişilerin dediği gibi toplumda azımsanmayacak bir kesimin koalisyon yerine bir partinin güçlenip iktidarı almasını arzu ettiğini gösteriyor olabilir mi? O parti de kimilerinin bir zamanlar umut ettiği İYİP veya DEVA olamadığı için yıllardır en azından gücünü koruyan zaten az da olsa iktidar blokundan oy koparmaya başlayan CHP oldu. Yaşadığımızın bir yerel seçim olduğu ve kimliksel-ideolojik oy kullanımının esneme potansiyelinin genel seçime göre daha yüksek olduğu hesaba katılmak zorunda olsa da CHP'nin hem genel hem yerel seçimlerde yıllardır ilmek ilmek ördüğü görünmez bir yükselişin ilk kez görünür olduğu açık, bir eşiğin aşıldığı açık. Bundan sonra CHP'nin bu yükselişi genel seçime ne ölçüde yansıtacağı merak konusu, kuşkusuz ki normal şartlarda bu sonuç genel seçime de bir biçimde yansıyacak ama bu yansıma ne ölçüde olacak. Genel seçimde bizim ticaret erbabı gibi düşünen kimseler yine İstanbul gibi büyükşehirlerle sınırlı kalır da iç bölgelerde kimliksel oy kullanımında kayda değer değişim görülmezse bu sonuçlar bir hayal kırıklığına da dönüşebilir. Örneğin CHP'nin bir sonraki genel seçimde %30 oy alması tarihsel verilere bakıldığında başarı sayılabilecek iken bu seçimlerden sonra pek de başarı sayılmayacağı aşikar. Üstelik başkanlık sistemi sürdüğü sürece, bambaşka dinamikler, ittifaklar devreye girebilir. Bir parti seçimden %30 oy alıp seçimden birinci çıkarken, partinin desteklediği aday diğer ittifak ortaklarının desteği yeterli olmadığında %50+1'i bulamayabilir. Böyle bir olasılık yok değil. Unutulmasın ki o meşhur 5 Haziran 1977 genel seçiminde CHP, İstanbul'da %58.2 alırken, Türkiye'de %41,4'te kaldı ve az sayılabilecek bir farkla tek başına iktidar olmayı kaçırdı, ülke adeta iktidarsız kaldı ve çatışma ortamı 1978'de bir iç savaşa evrildi, süreç sıkıyönetim ve darbe ile sonuçlandı. Kendime hep sorarım, acaba o seçimde halkımız İstanbul gibi kentlerde yeterince teveccüh gösterdiği CHP'ye o teveccühü kırsalda da biraz daha gösterse ve bir ilki gerçekleştirip serbest seçimlerle ülke yönetimini CHP'ye teslim etse 1980 darbesi gerçekleşir miydi? Mesela Suavi Aydın ve Yüksel Taşkın'da o dönem en azından CHP-AP koalisyonu gerçekleştirilebilseydi ordunun darbeye başvur(a)mayacağı düşüncesinin izleri yakalanabilir. Diğer yandan Ecevit, 11 Aralık 1977'de gerçekleşen yerel seçimde de açık biçimde birinci parti çıktıktan sonra Florya'daki Güneş Motel'de gizli bir toplantıyla AP vekillerine protokol imzalatıp onları CHP'ye çekmiş, onlara bakanlık vermiş ve aslında kısa süreliğine de olsa bir tür CHP-AP koalisyonu yaşanmıştır ama bu girişimlerin zorlama olduğu ve yürümediği de görülmüştür. Sağ-sol çatışmalarının zirve yaptığı o dönem hadi diyelim sağlıklı bir CHP-AP koalisyonu zordu ve başarılamadı ama keşke halkımız 1977 genel seçiminde tarihte birçok kez yaptığı gibi istikrar için iktidara en yakın partiyi, o yıllarda bu açık ki CHP'dir, en azından bir kereliğine iktidara taşısaydı ama yapmadı. Bakalım halkımız yıllardır yavaş da olsa sekülerleşmekte olan sosyolojinin de katkısıyla nereden baksak 80 yıla varan kimliksel bariyeri aşıp CHP'ye ülkenin yönetimini teslim edecek mi? Kuşkusuz bir kez daha tarihsel bir eşikteyiz. İzleyeceğiz ve göreceğiz.

Şimdi gelelim 31 Mart 2024 seçimine. Bu yazıyı yazmak için ilçe bazlı iki analizi bekledim. Bu kez çıkarım yapmak haliyle genel seçime göre daha zor gözükse de iki analiz birbiriyle uyumlu sayılabilir. Seçimden sonraki günlerde CHP'nin yükselişinde İYİP ve DEM gibi muhalefet partilerinin oylarını güçlü aktörde birleştirdiği, bir nevi geçen yıl Kılıçdaroğlu'nda birleşen kitlenin büyük ölçüde bu seçimde CHP'ye oy attığı aynı zamanda geçen yıl cumhur ittifakına oy atanların ise ciddi sayılabilecek ölçüde sandığa gitmediği için CHP'nin birinci parti olduğu görüşü yaygındı. Ancak ekolojik çıkarım yöntemiyle gerçekleşen ilçe bazlı analizler bunun tam olarak öyle olmadığını gösteriyor. 2023 genel seçiminde AKP'ye oy atanların 1 milyon 500 bini (yaklaşık %3) bu seçimde CHP'ye oy atmış, İYİP'e oy atanların ise 1 milyonu (yaklaşık %2) CHP'ye oy atmış. Böylece aslında geçen yıl DEVA, GP, SP gibi partilerin etkisiyle az da olsa CHP'ye geçmeye başladığı düşünülebilecek oyların bu partilerden bağımsız biçimde ve çok daha güçlü şekilde CHP'ye geldiği anlaşılıyor. Böylece 2023 seçiminde iktidar blokundan geldiği düşünülen kabaca %1'in üzerindeki oyun (yeni seçmen ve sandığa gitmeyenler eklendiğinde %2 civarına çıkıyordu) üzerine bu seçimde en az %3 eklendi (burada ise yeni seçmen değerlendirilmedi salt 2023'te iktidar blokuna oy atanlar baz alındı). İki seçimde yeni seçmen işin içine katılmadığında dahi sadece daha önce iktidar blokuna oy atanlar hesaplanırsa 2023 ve 2024'te çoğunluğu ise 2024 seçiminde olmak üzere toplamda iktidar blokundan CHP'ye gelen en az %4'lük (%1 + %3) bir oy var. İktidar blokunda artış gösteren sandığa gitmeme durumu da eklenirse bu oran daha da yükselir. Muhalefet blokuna bakıldığındaysa bu seçimde İYİP'ten gelen yaklaşık %2'nin yanına DEM ve TİP gibi sol muhalefetten gelen oyları da eklediğinizde CHP'nin yerel seçim başarısı daha iyi açıklanmış oluyor. 

Dipnot

* Yanlış anlaşılma olmaması için vurgulamakta yarar var. %2 derken kastettiğimiz şudur: Örneğin İYİP'in 2023 genel seçiminde yurt içi oyu kaçtı,%9.9. O zamanki %9.9'u oluşturanlar içinden yaklaşık %2'sinin sandığa gidip bu kez CHP'ye oy attığı tahmin ediliyor. Partilerin kendi oy ağırlıkları düşüldüğünde bu ciddi bir orandır. Bu 2023'te İYİP'e oy atanların yaklaşık %20'si yine sandığa gidip oradan kopup bu kez CHP'ye oy attığı anlamına gelir.  


Yararlanılan Kaynaklar

Aydın, S. & Taşkın, Y. (2014). 1960’tan Günümüze Türkiye Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları.

https://cilekagaci.com/ Erişim Tarihi: 28. 04.2024.

18 Temmuz 2023 Salı

Sayılarla Merkez Siyasetin Makus Talihi

Geride bıraktığımız seçim, ağırlığını aşırı sağ partilerin oluşturduğu bir ittifak ile merkez sol, merkez sağ, liberal, seküler milliyetçi, ılımlı muhafazakar, radikal demokrat ve sosyalistlerden mütevellit bir ittifakın karşılaşmasıydı. Kısaca toplamda aşırı sağ ve merkez siyaset karşılaştı ve az farkla aşırı sağ kazandı diyebiliriz.*

Merkez Solun Çıkmazı

Benim yukarıda anlamlandırmaya çalıştığım iki ittifak için Birikim’in Haziran-Temmuz sayısında Ömer Laçiner, bu topraklardaki bir asrı çoktan tamamlamış modernleşme serüvenine dair, modernleşmeye kuşkuyla yaklaşanlar ile ona daha olumlu bakanların karşılaşması adını veriyor. En nihayetinde görece az farkla dahi olsa modernleşmeye kuşkuyla yaklaşanlar bu seçimi kazandı ve ülkedeki çoğunluk olduklarını teyit ettiler. Aslında seçimden öte bir tür kimlik sayımı yaptığımızın ifşası bu... Muhalefet ise ilginç biçimde ilk kez kazanmaya bu denli yakın olduğu bir seçimi kaybetmenin şokunu bir türlü atlatabilmiş değil, öyle ki yaklaşmakta olan yerel seçimlerde muhalefet 2019’dan daha avantajlı olmasına karşın mevcut dağınıklık halinin muhalefete ama esasen muhalefetin en güçlü aktörü CHP’ye yeni bir 1994 bozgunu yaşatmasını bekleyenlerin sayısı yüksek. Ki 1994 senesi CHP ya da SHP yükselmekte olan bir aktöre, Refah Partisi’ne kaybetmişti. Bugün ise karşısında yıllardır yavaş da olsa istikrarlı biçimde kan kaybeden bir Ak Parti var.

Bu noktada yerel seçimleri kazanmak için CHP’nin bir değişime ihtiyacı olduğu bu değişimin de seçimin kaybedeni olarak görülen Kılıçdaroğlu’nun görevi bırakmasıyla gerçekleşeceğine yönelik bir kanı var. Çokça dile getirildiği gibi Kılıçdaroğlu’nun 11 seçim kaybettiği ve bu kadar çok seçim kaybeden birinin yenilgilerin sorumlusu olduğu düşünülüyor. Bu bahsi geçen 11 seçim mübalağa ile ne hikmetse kimilerine göre 12-13 hatta 14 gibi sayılara varıyor ve en ilginci seçim yenilgileri içerisinde CHP’nin İstanbul ve Ankara’nın da içerisinde olduğu pek çok büyükşehri kazandığı 2019 seçimi de sayılıyor. Sanıyorum ki kayıp ile vurgulanan bu yerel veya genel (içerisinde farklı bloklarla girilen referandumlar da var) seçimlerde CHP’nin sandıktan birinci parti olarak çıkamamış olması. Böyle olunca da insan düşünüyor, sandıktan birinci çıkmak = seçimi kazanmak mıdır ya da bir partinin seçimden birinci sırada çıkması sadece o partinin başarısıyla açıklanabilir mi?

Bu noktada CHP veya yakın tarihte farklı isimler almış Tanıl Bora’nın güzel ifadesiyle CHPgil partiler; SHP ya da DSP gibi, özetle merkez sol olarak kodlanan bu partilerin Türkiye genel seçim tarihinde bir başarı elde edip edemediği sorusu gündeme geliyor. Biriyle bu konuları tartıştığınızda size çokluk şöyle cevap veriliyor. Evet, Kılıçdaroğlu’nun başaramadığını Ecevit başarmıştı. Kılıçdaroğlu o kadar yıl oldu CHP’yi %25 bandının üzerine çıkaramadı. Bütün suç Kılıçdaroğlu’nun… Elbette Kılıçdaroğlu CHP’sinin %25 bandını aşamadığı verili bir gerçek. O halde bize Ecevit’in başardığı ne idi diye sormak düşüyor. Ecevit’in bir partinin genel başkanı olarak girdiği genel seçim sayısı 7. Bu seçimler 1973, 1977, 1987, 1991, 1995, 1999, 2002 seçimleri. Bu seçimler içerisinde CHP ve 1999’da DSP olarak toplam 3 kez birinci parti olarak çıkmış Ecevit. Evet muhtemelen Kılıçdaroğlu’nun başaramayıp Ecevit başardı denilen bu olsa gerek, partisinin seçimden birinci olarak çıkması. Ancak bu seçimlerin sonuncusunda DSP’nin oyunun %22 olduğu unutulmamalı, tek başına iktidara gelme durumu da yok hani. Peki daha önce var mı? 1973’teki %33 ve asıl büyük başarı olarak görülen 1977’deki %41’lik oy da CHP’yi tek başına iktidara getirmeye yetmemiş. Üstelik bu birinciliklerin olduğu seçimlerde çok sayıda sağ partinin olması ve hemen hepsinin ciddi oylar almaları rakipleri olan CHP ya da DSP’nin aradan sıyrılmasını sağlıyor.

Şimdi o dillerden düşmeyen 1977 seçimine kadar geçen seçimlerde CHP’nin aldığı oylara bakalım: İktidarı kaybettiği 1950 yılında CHP %39.4 almış, 1954’te %35.4, 1957’te ise %41.1’e ulaşıyor. 1961 %36.7, 1965’te %28.7, 1969’da %27.3 oy alabiliyor. Özellikle 1960’ların ikinci yarısındaki kısmi gerilemede Türkiye İşçi Partisi’nin neredeyse %3’ü yakalaması ek olarak 1969 seçiminde CHP’nin sola yaslanmasından rahatsız olan parti içindeki sağ bir grubun kurduğu Milli Güven Partisi ve Alevi kimliğiyle ön plana çıkan Birlik Partisi’ne giden oyların da katkısının olduğu düşünülebilir. Özellikle CHP’nin o günlerin deyişiyle ortanın solu olarak anılmaya başlayacağı 1960’ların öncesinde 1987’den bugüne gelen tüm genel seçimlerde aldığı oy oranlarından daha yüksek bir oran tutturduğu görülüyor. Buna CHP/SHP ve DSP toplamını dahil etmekte de bir sakınca yok. Örneğin 1987, SHP %24.8, DSP %8.5, toplamı %33.3. Bu oran 1991’de SHP % 20.8, DSP %10.8, toplamı dahi %31.6. 1995’te DSP, %14.6, CHP %10.7 toplam %25.3. O seçimde Kürt hareketi SİP gibi bazı sosyalist partilerle ittifak halinde ilk kez parti olarak seçime giriyor ve %4.1 oy alıyor o da toplama eklenirse ancak %29.5’e ulaşabiliyor oran. Sonuçta 1950-1977 arası bir partinin oy oranlarıyla 1987-2023 arası oy oranlarındaki farklılıklar herhalde sadece partinin lideriyle hatta daha ileri gidelim partinin salt icraatlarıyla açıklanacak bir durum olmasa gerek. Burada partisel çeşitliliğin ve 1990’larda bir miktar daha sağa kaymış sosyolojinin etkisi görülüyor. Öyle ki CHP’nin seçimleri kaybetse dahi özellikle 1950’lerde aldığı oy oranlarından ötürü 1970’lerde Ecevit’in aldığı oyların yakın geçmişle uyumlu olduğu ve o yüzden o günkü insanlara şaşırtıcı gelmemesi bunun göstergesidir.

Ecevit’in 1960’ların ikinci yarısında bir miktar düşen CHP’nin oylarını toparladığı ve 1977’de tek başına iktidar olmaya yaklaştığı doğrudur ama hepsi bu kadar. Üstelik 1977 ile bugünleri kıyasladığımızda şöyle de bir gerçek ortaya çıkıyor. O yıllar Türkiye sosyalist hareketinin en kitleselleştiği dönem ve bu hareketin temsilcilerinin işçi mahallerine, kentin çeperlerine temas edebildikleri bilinen bir gerçek. O gün DİSK gibi bir sendika, TKP gibi çeşitli sosyalist partiler de sandıkta açıkça CHP’ye destek vermeyi tercih ediyor. Zaten 1960’larda CHP’nin kısmen düşen oylarında katkısı olduğu düşünebilecek TİP 1977 seçiminde pusulada olmasına karşın %0.1 oy alıyor, seçmeni CHP’ye yönelmiş. O gün her ne kadar bağımsız adaylar sayesinde gelen oylara karşın Kürt hareketinin de bugün olduğu gibi seçim pusulasına girmiş bir partisi yok. 1974’te kurulan, Kürt soluna hitap eden TKSP de seçimde CHP’ye destek çağrısına katılıyor ve CHP bölgeden ciddi oy alıyor, çeşitli Kürt illerinde birinci parti olarak çıkıyor o seçimde, bunlara Diyarbakır da dahil. 

Mert Uzunsoy’un ilçe bazlı çalışması


Şimdi bu noktadan hareket ettiğimizde o gün sosyalist hareketin bugünden çok daha kitlesel olduğu bilgisi önemli bir veri. Bu anlamda o yıllarda kentin çeperlerinin CHP’ye oy atmasında CHP’nin başarısından da çok o günlerde o mahallelere temas eden sosyalist grupların başarısı da konuşulur. Sonuçta CHP’nin 1977’de aldığı %41.4’lük oy sol cephenin birleşik oyuna tekabül eder. Hani uzun yıllardır aşağı yukarı %35 civarı denilen geçtiğimiz 2023 seçiminde en az %36 olarak tarif edilecek o oya (Memleket Partisi de katılırsa %37). Elbet Ecevit CHP’sinin muhafazakar-milliyetçi seçmenden bir miktar oy almış olmasında Ecevit’in liderlik karizması, Kıbrıs Barış Harekatı süreci ve haşhaş ekimini serbest bırakması gibi etkenlerin de payı olabilir ama sonuçta Ecevit de CHP’yi aldığı oy itibariyle tek başına iktidara taşıyamamıştır ve en can alıcı soru kanımca şudur: O gün parlamenter sistem içerisinde olmasak ve o gün milletvekili seçiminin yanı sıra bir de başkanlık seçimi yapılmış olsaydı, sizce her halükarda Demirel ile Ecevit arasında geçecek bir finalde ipi kim göğüslerdi? Kısa süre önce solun güçlenmesi tehlikesine karşı bir araya gelen Milliyetçi Cephe’nin üyelerinin (AP, MSP, MHP ve CGP de var) desteklediği Demirel mi o seçimi kazanırdı yoksa karşısında neredeyse tüm solun temsilcisi durumunda ve ona rağmen ancak %41.4 oya ulaşabilmiş Ecevit mi? Herhalde cevap oldukça açıktır.

Bugüne bağlamak gerekirse, merkez sol hatta genel olarak sol blok da diyebiliriz 1990’lar ve 2000’lerde kısmen kaybettiği gücünü 2011’den itibaren geri kazanmıştır, o seçim aynı zamanda merkez solun başına Kılıçdaroğlu’nun geldiği ilk genel seçimdir. Kılıçdaroğlu partinin oylarını merkez solda hatta solda başka bir seçeneğin olmadığı 1983’teki Halkçı Parti’nin aldığı oydan sonraki en yüksek banda çıkarmış ve bu oranı arttıramasa dahi daha sonraki seçimlerde de korumayı büyük ölçüde başarmıştır, aynı zamanda Kürt hareketinin oylarını arttırmaya devam ettiği bu seçim sonrası Kürt hareketinin Türk solunun alabildiğine geniş kesimleriyle yaptığı ittifakla adeta bir sol çatı partisine dönüşmesi ve sonucunda oylarını belirgin biçimde arttırdığı görülmektedir. Böylece sol blok 2015’ten itibaren yıllar sonra %35 bandına oturmuştur ve bu oranın çok kolay değişmediği de görülmektedir ama bugünü anlatırken dikkat etmemiz gereken daha ilginç bir süreç var o da 1950’den bu yana merkez solun hiçbir zaman başaramadığı tek başına iktidara gelme başarısını Ak Parti öncesi tam 7 kez başarmış (DP 3 AP 2 ANAP 2) merkez sağın yok oluş süreci... Aslında MSP’nin siyaset sahnesine çıktığı ve MHP’de hareketlenmenin olduğu 1970’lerde de izleri yakalanabilecek ama 1991 seçimleriyle beraber tam anlamıyla kendini göstermeye başlayan bir olgu bu.

Merkez Sağın Erimesi

1987 seçiminde %55.4 olan merkez sağ oy her seçimde istikrarlı biçimde düşerek 2007’de %5.4’e kadar gerileyecektir. 1987 seçiminde ANAP %36,3, DYP %19,1 oy almıştı. Bu şekilde merkez sağın toplam oyu %55.4’tü. Bu oy geçmiş yıllardaki oy oranlarıyla uyumluydu. İslamcı ve Türkçü kanat nam-ı diğer aşırı sağ ise RP ile %7.2, MHP’nin devamı olan MÇP ile %2.9 oy aldı. Şayet bu gruba %0.8 oy alan Islahatçı Demokrasi Partisi de eklenirse aşırı sağın oranı %11.9 oluyordu. Bu noktada RP, MHP ve IDP’nin RP listelerinden seçime girdiği 1991 seçimi ülke sosyolojisinde bugünlere değin uzanan bir eğilimi göstermesi açısından çok önemlidir. 1991’de DYP %27 ANAP %24 oy alarak toplamda %51’e geriliyorlar, merkez sağ gerilerken aşırı sağ RP ile %16.9 oy oranına ulaşıyor. Anladığımız kadarıyla o günlerde o kadar kıyamet koparmayan bu durumun bir ülkenin nerden bakarsanız yarım asra yakın geleceğinde karşılaşacaklarına dair önemli ipuçları barındırıyor. Merkez sağın gerilemesi 1995 seçiminde de sürüyor. ANAP %19.6, DYP %19.2 oy oranına ulaşıyor. Bu seçimde merkez sağın toplam oyu bir kez daha gerileyerek %51’den %38.8’e düşüyor. Bu ciddi bir gerileme, RP %21.4, MHP ise %8.2 ile toplamda %29.6’ya ulaşmışlar. Merkez sağ ve aşırı sağ arasındaki makas iyiden iyiye kapanıyor ve nihayet 1999 seçiminde ANAP %13.2, DYP ise % 12 oy oranına ulaşıyor, o seçimde bir merkez sağ parti olan DTP’nin % 0.5 oy oranı da eklendiğinde merkez sağ toplamda ancak %25.7 oy oranına ulaşabilirken MHP %17.9, FP ise 15.4 oy alıyor. Bu oylara BBP’nin %1.4 oyunu da eklediğimizde aşırı sağ %34.8’e ulaşmış ve 1999 seçiminde aşırı sağ merkez sağı açık biçimde geride bırakmış oluyor. Nitekim merkez sağın zayıflaması ve o kitlenin kademe kademe aşırı sağa kaydığı bu süreç, Ak Parti’nin kuruluşuyla neticelendi. İslamcı sağdan gelen kadroların birçok merkez sağ siyasetçi, hatta bazı ülkücü kökenlileri de içine katmak istediği bu oluşum İslamcılık ile merkez sağ arasında salınan bir görünüme sahipti. O günlerde kendilerinin ifade ettiği gibi DP’nin devamı bir merkez sağ parti mi yoksa İslamcı-aşırı sağ parti mi olduğu 2002’de iktidara geldiklerinde çok daha alevli biçimde tartışılacaktır. Herhalde genel kabul Ak Parti’nin ileriki yıllarda bazı konularda Türkiye’nin demokratikleşmesi için radikal hamlelerde bulunmasına karşın merkez sağdan daha sağda ama aşırı sağdan daha solda, arada bir yerde konumlandığıdır.

2002 seçiminde merkez sağda 1991’den beri süregelen düşüş elbette devam etti. O seçimde, DYP %9.5, ANAP ise sadece %5.1 oy alabilmişti. Her parti de baraj altı kalmıştı. Böylece merkez sağın toplam oyu %14.6’ya düşmüştü. Ak Parti ise %34.2 ile tek başına iktidar olmuştu. Ak Parti 2007’de ise %46.5 oya ulaşırken bir önceki seçimde %8.3 ile baraj altı kalan MHP bu kez %14.2 ile meclise giriyordu. Kuşkusuz İslamcı ve Türkçü köklere sahip bu iki partinin bu kadar yüksek bir toplama ulaşması için 15 yıldır zayıflamakta olan merkez sağın bir miktar daha zayıflamasına ihtiyaç vardı ve 2007’de artık merkez sağın tek temsilcisi olarak görülebilecek DP %5.4 oy aldı. Artık klasik anlamdaki merkez sağın oyları %14.6’dan %5.4’e düştü. Bu düşüş sonraki seçimde de sürdü ve merkez sağ tarih oldu. 2011’de DP %0.6, DYP %0.1 oy aldı. 2015’te ise DP %0.1’e geldi.  

Bugün en azından muhalefet cephesinden pek çok insan solun aşabilmesi zor bir eşiğin olduğunu kabul etse dahi özellikle 1970’lere kadar defalarca tek başına iktidar olmuş hatta Ak Parti’nin özellikle ilk dönemlerinde bolca atıfta bulunulan merkez sağ figürlerden ilhamla merkez sağda güçlü bir parti çıktığı takdirde iktidar blokundaki seçmenin koşa koşa oraya gideceğine yönelik bir inanca sahipti ama burada da anlattığımız merkez sağın son 32 yılda eriye eriye bittiği bu süreç ile 1970 öncesinin seçmeninin beklentileri kuşkusuz ki aynı değil gibi gözüküyor. Bugün CHP’nin seçim sürecindeki önemli katkıları sayesinde grup kuran Gelecek Partisi ve Saadet Partisi’nin yanı sıra tam anlamıyla merkez sağa diğer deyişle modern sağa oturan DEVA ve DP’nin de muhalefetten 2 vekilin desteğiyle grup kurabileceği konuşuluyor. Bu çabaların ardında bir zamanlar Türkiye’de fırtına gibi esen merkez sağ siyasetin tekrar güçlenebileceği algısı var ve bu başarılırsa Türkiye’nin makul bir demokrasinin sınırlarına geri dönebileceği belki devamında parlamenter sisteme tekrar geçme şansının oluşabileceği öngörülüyor. Bazı muhalif stratejistler madem sağ seçmen bugüne kadar sınırlı ve küçük adımlar dışında sola teveccüh göstermiyor ve kolay kolay göstermeyecek o halde en azından merkez sağa gelsin diye düşünüyor. Gelinen noktada solun kendi içinde önemli bir konsolidasyon sağlanmış gözükmesine karşın 1991’den bu yana bahsi geçen sağ seçmenin sınırlı geçişler dışında bırakın sola adım atmaktan imtina etmiş olmasını yeni kuşakların da katkısıyla kademe kademe merkez sağdan aşırı sağa doğru kaymış olduğu sosyolojik bir gerçek var önümüzde. Sahi artık sağ seçmende merkez sağa gitme talebi sanılanın aksine oldukça sınırlı olabilir mi? Bu gerçek sadece bir partinin başarılı politikası ya da muhalefetteki partilerin başarısızlığıyla açıklanabilir mi?

Peki 2023 Seçiminde Eğilim Ne Yönde?

Son olarak 2023 seçiminde partiler arası oy geçişlerine ilişkin Erol Taymaz’ın çalışmasına dikkat çekmek istiyorum. 2015 seçiminden bu yana 2018 ve 2023 olmak üzere iki genel seçim yaşadık, özellikle Ak Parti ve az da olsa MHP bu iki seçimde düzenli olarak oy kaybettiler. Aslında bu gerileme hali bir yandan merkez sağın 1991-2011 arası o 20 yıl içindeki tam manasıyla yok oluşuyla sonuçlanan süreci andırmıyor da değil. 1991 seçimi merkez sağ için ne ifade ediyorsa ise her ne kadar erime daha yavaş olsa dahi 2015 seçimi de bugünkü iktidar hatta iktidar bloku için benzer bir başlangıca denk düşüyor. Örneğin 2011’de Ak Parti ve MHP’nin toplam oyu %62.8, 7 Haziran 2015’te her iki partinin toplamı %57.2, 2018’de bu oran %53.7’ye geriledi. 2023’te ise iki partinin oy oranı %45.6’ya düştü ama bu partileri terk eden seçmenin nereye gittiği önemli bir soru, 2018’de Ak Parti’den MHP’ye geçiş olurken MHP’den de İyi Parti’ye ciddi bir kopuş gerçekleşti. Bu seçimde özellikle belli başlı illerde muhtemelen DEVA, GP ve SP seçmeni etkisiyle CHP’ye dikkat çekici bazı geçişler olsa da, Yeniden Refah, Zafer Partisi ve BBP’nin de toplamda %6’ya ulaştığı görülüyor. Ancak yine de 2018’de seçime ittifak dışı ve kendi listesiyle giren Hüda Par dahil Cumhur ittifakı partileri %54 iken bugün bu oran %49.5’e düşmüş. İktidar blokunun toplam oyunda yaklaşık %4.5’luk bir kayıp söz konusu. Bu tamamen ittifak dışına çıkan %4.5’a yakın oyun aslan payını CHP ve Zafer Partisi kapmış. Erol Taymaz’ın çalışmasına göre 2018’de Ak Partiye oy vermiş seçmenlerden yaklaşık 1 milyon 575 bini bu seçimde MHP’ye, 653 bini Yeniden Refah’a, 467 bin ise CHP’ye oy atmış. Çalışma 394 binin İyi Parti’ye, 231 binin Yeşil Sol Parti’ye 221 binin ise Zafer Partisi’nin başını çektiği Ata ittifakına, 166 binin ise BBP’ye oy attığını gösteriyor. Ayrıca 76 bin dolayında Türkiye İşçi Partisi’ne oy geçişi olması dikkat çekiyor. 2018’de MHP’ye oy atanların ise 1 milyon 259 bini bu seçimde Ak Partiye 318 bini Zafer Partisi’ne 215 bini Yeniden Refah’a 128 bini İyi Parti’ye, 98 bini BBP’ye, 92 bini CHP’ye oy atmış, diğer partilerden de farklı düzeyde karşılıklı oy geçişleri bulunmakta. Ama görülen o ki, iktidar blokunda seçmenin yavaş ama istikrarlı çözülmesindeki eğilimin iki aşırı sağ partiden öncelikle Yeniden Refah daha sonraysa Zafer Partisi’ne doğru giden bir hattı mevcut. İleriki yıllarda özellikle bu iki partinin ülke siyasetinde daha fazla söz sahibi olması sürpriz olmaz.


Erol Taymaz’ın 2018-2023 oy geçişi çözümlemesi

Dipnot

* Aşırı sağ ve merkez siyasetin karşı karşıya gelişine şöyle bir ekleme yapmakta da yarar var. Merkez siyaseti temsil ettiğini ifade ettiğimiz Kılıçdaroğlu liderliğindeki ittifak oyların kaba bir hesapla yaklaşık %35'ini sol bloktan yaklaşık %13'ünü sağ bloktan aldı. Olası bir iktidardaki oluşacak ağırlıklarına rağmen sağ blokun Millet İttifakı'na desteğinin düşük kalması bu seçimin esas belirleyicisi oldu denilebilir. 

Yararlanılan Kaynaklar

Aydın, S. & Taşkın, Y. (2014). 1960’tan Günümüze Türkiye Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları.

Bora, T. (2017). Cereyanlar, İstanbul: İletişim Yayınları.

Erkmen, A. (2018). Türkiye’de 1950 ile 2002 Yılları Arasında Uygulanan Genel Seçimlerin Halk İradesine Etkisi, Gaziantep University Journal of Social Sciences, 18 (3), 1225-1247.

Laçiner, Ö. (2023). Geride Bıraktığımız, Birikim Aylık Sosyalist Kültür Dergisi, 410-411, 3-8.

https://www.sabah.com.tr/secim/14-mayis-2023-genel-secim-sonuclari/ Erişim Tarihi: 10.07.2023

https://twitter.com/mertuzunsy/status/1671150597331120128. Erişim Tarihi: 10.07.2023.

https://users.metu.edu.tr/etaymaz/oy-gecisleri-2023.html Erişim Tarihi: 10.07.2023.


17 Mayıs 2021 Pazartesi

Salgına Üstkurmaca Bakış: Veba Geceleri*

 *Bu yazı ilk olarak 12.05.2021 tarihinde https://dergipark.org.tr/tr/pub/turcom/issue/60262/935034 adresinde yayımlanmıştır. 


Hayatımızı kuşatan kültürel ürünler kuşkusuz ki bugün yoğun olarak kullandıkları anlatım yöntemlerini tarihin her döneminde benzer yoğunlukta kullanmamışlardır. Rönesans’tan 20. yüzyıla değin, yaklaşık beş yüz yıl resim sanatının merkezinde doğa/nesne vardır ve uzun yıllar o doğa/nesneyi aslına en yakın şekliyle taklit edebilmek yüceltilmiştir. Daha sonra ortaya çıkacak empresyonizmle beraber bu kez o nesneyi sanatçının kavradığı şekliyle resmedebilmek ön plana çıkarken, yine nesne ön planda kalmayı sürdürmüş, 20. yüzyıldaysa nesne, yerini tamamen özneye bırakmış, soyut resim ön plana çıkmıştır (Tunalı, 1981, s. 135; s. 137). Benzer tarihsel akış edebiyat için de geçerlidir. Edebiyatın bir türü olan romanın ilk örneğinin Miquel de Cervantes’in 17. yüzyılın başlarında kaleme aldığı Don Kişot[1] olduğu kabul edilmekle (Parla, 2015) beraber yine 20. yüzyıla kadar romanın merkezinde yazarın adeta tanrısal bir bakışla insanları gerçeğe en yakın şekilde resmedebilmesi yatar. Yazar bir tür doğaya ayna tutan kişi hüviyetindedir ve bu dönemin roman anlayışı kısaca ‘klasik’ olarak adlandırılır. Ancak 20. yüzyıl yaşamı daha önceki dönemlerden ciddi bir kopuşu beraberinde getirmiş, endüstrileşme ve kentleşmenin yükselişi, insanların o güne kadar karşılaşmadığı yoğunlukta yalnızlık olarak adlandırılan bir olguyla karşılaşması, seri üretimin yaygınlaşması (Gümüş, 2010, s. 7-12), sinemanın ortaya çıkışı ve yine kısa bir süre sonra sinemanın bir sanat olarak tartışmaya açılması da o güne kadar süregelen sanatsal anlatım biçimlerindeki kopuşu kaçınılmaz hale getirmiştir. Bu açıdan sanatın tarihini nesnelden öznele bir yolculuk olarak adlandırmak yerinde olacaktır. 20. yüzyılın romanında yüceltilecek değer artık doğadaki gerçekliği mükemmele en yakın haliyle betimlemek değildir, sanatçının öznel gerçekliği ön plandadır. Bilinç akışı adı verilen tekniğin de yaygınlaşmasıyla ortaya çıkan bu roman anlayışı da kısaca ‘modern’ olarak adlandırılmıştır. 1. ve 2. Dünya Savaşı sonrası insanlık tarihinin büyük kayıplarından birinin verildiği bu yeni dönemin ‘modern’ kavrayışı ise artık bir önceki dönem ile aynı olmayacak ve bu durum ilerleyen dönemin sanatsal üretimine de yansıyacaktır. Bu dönemde modern olarak ifade edilen hayatın ve sanatın pek çok verili değeri sorgulanırken, bir süre sonra bu yeni dönemin sanatı ‘postmodern’ olarak adlandırılmaya başlanmış ve birtakım karakteristikler üzerinden tanımlanmaya başlamıştır. Postmodern sanatın kendinden önce gelen sanat anlayışları ölçüsünde net ve tek bir tanımı olmasa dahi postmodern olarak adlandırılan eserlerde bir takım ortak özellikler tespit edilebilmektedir. Modern sanatta nesneden özneye varan yolculuk burada bir adım daha ileri gidip öznenin kendisini eserin içindeki başka bir katmandaki özne olarak inşa etme yöntemini kullanır, kurmacanın içinde kurmaca da olarak tanımlanacak bu yöntem kısaca ‘üstkurmaca’ olarak adlandırılır ve bu teknik postmodern romanın en belirgin karakteristiği olarak da görülür (Ecevit, 2002, s. 56). Patricia Waugh, üstkurmaca başlığında detaylandırdığı bu tekniğin ilk kez 1970 yılında William H. Gass tarafından dile getirildiğini belirtmiş (1984, s. 3), dünyada olduğu gibi Türkiye’deki yazarlar tarafından da kullanıldığı görülmüştür.

Günümüz Türkiye’sinde üstkurmaca tekniği ile roman yazan yazarların başında Orhan Pamuk’un geldiğini belirtmek gerekir. 1982 yılında yayımlanan ilk romanı Cevdet Bey ve Oğulları ve büyük oranda 1983 yılında yayımlanan Sessiz Ev, klasik karakteristiklere sahip olmasına karşın Pamuk, 1985 yılında yayımlanan Beyaz Kale ile beraber üstkurmaca olarak tanımlanabilecek bir roman yazımına adımını atmıştır. Beyaz Kale romanı Sessiz Ev romanının tarihçi karakteri Faruk Darvınoğlu’nun giriş yazısıyla başlamakta, yazar önceki romanın kurmaca karakterini yeni romanın yazarı konumuna getirerek, okura bir oyun oynamaktadır. Faruk Darvınoğlu bir el yazması bulduğunu ve onu aklında kaldığı kadarıyla günümüz Türkçesi’ne çevirdiğini ve elimizdeki kitabın bundan ibaret olduğunu belirtmektedir. 1990 yılında yayımlanan Kara Kitap ise üstkurmaca tekniğini çeşitlendirerek çok daha geniş boyutlarda ortaya sermiş, pek çok eser ile (Başta Şeyh Galip’in Hüsn-ü Aşk’ından Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’una, Marcel Proust’un Kayıp Zaman’ın İzinde’sinden James Joyce’un Ulysess’ine kadar) birtakım benzerliklerle inşa edilmiş ve bu yönüyle roman kimi eleştirmenler tarafından adeta postmodern edebiyatın poetikası[2] olarak da görülmüştür (Esen, 2013).  

Pamuk’un pek çok romanı farklı ölçülerde olmakla birlikte üstkurmaca tekniğinden yararlanmaktadır. Üstkurmaca tekniğinden az yararlandığı eserlerinden biri olarak görülebilecek Masumiyet Müzesi’inde (2008) dahi romanın belli başı noktalarında yazar kendisini (Orhan Pamuk adıyla[3]) bir roman karakteri olarak eserinde görünür kılmakta, ayrıca roman boyunca âşık olduğu kadına ilişkin birtakım nesneleri (küpe veya sigara izmariti gibi) okurların bir müzede göreceğine değinmektedir. Roman ile aynı adı taşıyan müze roman yayımlandıktan 4 yıl sonra İstanbul’da açılmıştır.

Mesela, romanın yazarı âşık olduğu kadının evine gidip kapıyı çaldığı bir anda şöyle der:

Meraklı müzesever de önündeki düğmeye lütfen bassın ve o yıllarda Türkiye’de çok moda olan, kuş cıvıltısı sesi çıkaran bu kapı zilini benim de işittiğimi ve aynı anda yüreğimin de gırtlağımla ağzım arasına sıkışmış bir kuş gibi çırpındığını düşünsün (2021, s. 154).

Yazarın 2021’de yayımlanan son romanı Veba Geceleri ise üstkurmaca tekniğinin daha yoğun olarak kullanıldığı bir roman olarak dikkat çekmektedir. Pamuk romanında, henüz üstkurmaca tekniğinin yaygınlaşmadığı, üstelik henüz yeni bir kavram olarak dahi ortaya konulmadığı bir dönemi, 1901 yılında patlak veren bir veba salgını sürecinde, bir ulus devletin kuruluşunu konu edinir. Romanın izleğini yazarın Sessiz Ev ve Beyaz Kale romanlarında görmek mümkündür. Beyaz Kale tarihi bir romandır ve romanın içerisinde veba salgınına da değinilmektedir. Sessiz Ev ise bu romanın bir habercisi (ve aynı zamanda yazarı) olarak görülebilecek tarihçi Faruk Darvınoğlu karakteri etrafında cereyan etmektedir. Bu kez ise veba salgınının daha geniş boyutta işlenip romanın merkezine oturduğu görülmektedir.

Pamuk’un vebaya merakının uzun zamandır apaçık ortada olduğunu söylemek mümkündür. Vebaya olan merakını ilk kez 1999 yılında yayımlanan Öteki Renkler adlı kitabında şöyle yorumlamaktadır:

…Tarih kitapları okumaktan, tarihi imgelerle haşır neşir olmaktan hoşlanıyorum. Belki şöyle denebilir: 19. yüzyıl romantiklerinde olduğu gibi, şu andaki dünyaya bir tür tepki, insanın bu yüzyılda yaşamaktan duyduğu bir hoşnutsuzluk. Bir ortaçağ gecesinin karanlık sokağı, ya da bir veba sahnesini anlatırken bulacağım imgeler… (2014, s. 124)

Yazarın üzerinde beş yıldır çalıştığını ifade ettiği romanı tesadüf eseri küresel salgının yaşandığı bir döneme denk gelmiş ve böylece günümüzdeki bir salgın ile tarihin bize anlattığı salgın/salgınlar arasında kurulabilecek ortaklıklar artmıştır.   

Pamuk, Beyaz Kale’de olduğu gibi bu kez de romanı Mina Mingerli adlı kurmaca bir karaktere yazdırarak, giriş bölümünün ilk cümlesinde üstkurmaca bir eser okuyacağımızı ifşa etmektedir:

Bu hem bir tarihi roman hem de roman biçiminde yazılmış bir tarihtir… (2021, s. 11).

Diğer yandan henüz romanın 61. sayfasında anlatılan karakterlerden Bonkowki Paşa’nın daha sonraysa Eczacı Nikiforo ve Doktor İlias’ın esrarengiz ölümü romana polisiye havası vermekle birlikte üstkurmacanın bir karakteristiği olarak yazar sık sık araya girmekten çekinmemekte, bir noktada önceki sayfalarda polisiye havasına bürüdüğü romandaki cinayetin nedenini söyleyerek okuru oradan bilinçli olarak çıkarmaktadır.

Kitabımız en sonunda bir tarih kitabı olduğu için bu noktada gelecekten söz etmekte hiçbir sakınca görmüyoruz. Kitabımızın sonuna gelene kadar aslında Damat Doktor Nuri’nin sezgilerinin yerinde olduğunu ve hem Eczacı Nikiforo hem İstanbul’daki ressamın hem de Doktor İlias’ın siyasi nedenlerle öldürüleceklerini ne yazık ki görecek okurlarımız (2021, s. 101)…

Farklı bir örnekte ise yazar araya girerek salgında kullanılan bazı yöntemlerin işe yaramadığına değinmektedir:

Salgın başladığından beri pek çok devlet binasının kapısında tıpkı Splendid ve Levant otellerinin kapsısındaki uşakların yaptığı gibi havaya dezenfekte edici, karbolik asitli su, lizollü su ve başka bir karışım püskürten memurlar dikilmişti. Bugün, kayda değer bir faydası olmadığını bildiğimiz bu ilk önlemler bir yandan halkı dikkatli ve temiz olmaya çağırırken, bir yandan sürekli birbirine merak etme bir şey olmaz diyen ahaliye, salgının pompayla parfüm misali püskürtülmüş basit bir tehlike olduğu yanılsamasını veriyordu (2021, s. 137).

Yazar başka bir örnekte de bir parantez ile araya girerek verdiği tarihi bilginin doğru olmadığını ifade etmektedir:

Karısının gebe karnından (aslında dümdüzdü), yuvarlak güzel göğüslerinden ve çilek rengindeki meme uçlarından gözlerini bir türlü alamayan Komutan onu muayene etmek için sürekli yeni bahaneler buluyordu (2021, s. 373).

Başka bir örnekte ise yazar o ana dek verdiği bilgileri kendisi sorgulamaktadır:

Kitabımızın son sayfalarını kaleme alırken 1901’den sonra Osmanlı Devleti’nde cereyan eden pek çok büyük siyasi olayda sanki Minger İhtilali’nden etkiler, izler varmış duygusuna kapıldık. Belki de kendimizi küçük adamızın zengin tarihine fazla kaptırıp her şeyde ve her yerde Minger Adası’nı görmeye başladığımız içindir (2021, s. 506).

Örneklerin çoğaltılması mümkündür. Bu noktada Pamuk’un romanları içerisinde üstkurmaca tekniğini uygulamak adına Veba Geceleri’nin son derece elverişli bir örnek olduğunu belirtmek gerekir. Bunun temel nedeni olarak kitabın yazarı olan Mingerli karakterinin aslen tarihçi olması ve henüz giriş kısmında elimizde tuttuğumuz eserin roman biçiminde yazılmış tarih olduğunu belirtmesi yatar. Romancı bu bilgiyi vererek romancı olmayan birinin romanını okuduğumuzun altını çizer. Böylece Pamuk, hem roman sanatı üzerinden romana yönelebilecek eleştirilere bir tür zırh kuşanırken diğer yandan tarih kitabı hacmindeki yoğun bilgilerin okurda yaratacağı bıkkınlığa önlem alır. Sonuçta elimizde bir tarihçinin roman biçiminde yazdığı bir tarih kitabı olduğunu düşünmek akla yatkın gelmektedir. En azından bize vaat edilen budur. Diğer yandan dikkat çekici başka bir nokta Linda Hutcheon’un  kaleme aldığı Historiografic Metafiction, Parody and The Intertextuality of History makalesinin anlattıklarıdır. Makale incelendiğinde, tarih ve üstkurmacanın neden birbirine uyumlu bir ikili olarak hareket ettiği görülür. Başlangıçta üstkurmacadan önce kurmacayı irdeleyen yazar hem kurmacanın hem de tarihin insan yazımı olduğunu ifade etmektedir. Aynı zamanda tarihsel üstkurmaca, kurmacanın özerkliği tarafından kuşatılmadan kendi alternatif tarihsel söylemini inşa etme olanağı bulur. Nasıl ki modern sanat, sanata derin anlamlar atfedip onu tarihten ayrıştırdıysa üstkurmacayla birlikte anılan postmodernin, modernle savaşı bu ayrıştırmaya karşı olmayı da içerebilecektir (1989, s. 3-7). Bu açıdan bakıldığında Pamuk, Osmanlı Devleti ve Abdülhamit gibi tarihte karşılığı olan bir imparatorluk ve padişahı romanında kullanırken romandaki diğer karakterler ve ilk başta romana bir Osmanlı toprağı olarak giriş yapan Minger Adası’nın kurmaca olarak kalmasını sağlayarak Hutcheon’un tarihsel üstkurmaca kavramıyla ifade etmek istediğine uygun hareket etmiştir. Aynı zamanda Pamuk, romanında Güneybatı Ege açıklarında kurmaca bir ada olarak tasvir ettiği Minger’de çökmekte olan imparatorluğun hasta olarak addedilme halini, imparatorluğu gerçek bir salgın hastalığın ortasında bırakarak cisimleştirmiştir. Özellikle veba salgınının başlangıcında, örneğin hastalığın nasıl bulaştığı veya korunmak için neler yapılması gerektiği gibi tartışmalar içinde bulunduğumuz COVID-19 salgını sırasında yaşananlarla da benzeşmektedir.

Ek olarak Pamuk’un daha önceki romanlarında da görülen toplumsal gerilimler burada da kendisini göstermektedir. Bu gerilimler modern ve geleneksel, seküler ve dindar ve son kertede Batılı ve Doğulu[4] olarak adlandırılabilir. Romanda Türkiye’nin çok partili hayata geçişiyle meclisin soluna oturan Cumhuriyetçilerle (devletçi-seküler) sağına oturan Demokratlar (liberal-muhafazakâr) arasındaki kadim gerilimi (Çetin, 2016, s. 125) veya aynı tarihin ürünü olan askeri darbelerin izlerini bulacak olanlar da çıkabilir. Ayrıca Veba Geceleri’nde zaman zaman asker ve şeyhler karşı karşıya gelmektedir. Askerler baskı kurarak salgını bitirmeyi amaçlayan devlet görevlileri, şeyhler de bu kurallara genelde riayet etmeyen halktan kimseler olarak karşımıza çıkmaktadır. Pamuk, imparatorlukların yıkılıp yerine ulus devletlerin inşa edildiği bir geçiş döneminin aslında bir ülke tarihinin uzun yıllarını andıracak denli çok hızlı gelişen gerilimlerini de romanıyla bütünleştirirken Osmanlı’nın çöküşü üzerinden Minger Adası’nı bir Türkiye alegorisi olarak okumak isteyecek okurun karşısına kuşkusuz birtakım zorluklar çıkarmaktadır. Minger Adası’nın toplumsal yapısı Türkiye ile örtüşmemekte, adanın yarısı Hıristiyan yarısı Müslüman bir kitleden meydana gelmektedir. Yine bir süre sonra Osmanlı’dan ayrılıp bağımsızlığını ilan eden ve Mingerya adını verecekleri ülkenin dili Mingercedir ama uzun yıllar Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde Türkçe konuşan ve Minger dilini unutan adadakilerin bu dili tam anlamıyla benimsemeleri kolay olamayacaktır. Üstelik kitabın yazarı Mingerli, sürgün edildiği için Mingerce bilmemekten yakınır. Diğer yandan romanın son bölümünde Pamuk, okurun Mingerya’yı Türkiye alegorisi olarak düşünmesini sıkıntıya düşürecek önemli bir hamle yapar. O sırada romanda Türkiye’nin de kurulmuş olduğu ve Mingerya ile beraber iki farklı ulus devlet olarak varlığını sürdürdüğü görülür. Mingerli, 2012 UEFA Avrupa Şampiyonası eleme maçından dem vurmakta, Türkiye ve Mingerya arasında bir maç oynandığı ve Mingerya’nın 1-0 kazandığını belirtmiş ve o maçın oynandığı gün Türkiyelilik ve Mingerlilik arasında seçim yapamadığından yakınmıştır.

Romanın son bölümünde en nihayetinde salgın bitmiş, karakterlerin bir kısmı suikast geri kalanı da veba nedeniyle ölmüş, Abdülhamit’in yine kurmaca bir karakter olan yeğeni Pakize Sultan’ın kızının torunu olan Mingerli’nin deyişiyle roman biçiminde yazılmış bu tarih kitabı da okura bu bilgileri vererek son bulmuştur. Son bölümde kitabın yazarı Mingerli, sadece romanın yazarı değil ayrıca bir kahramanı haline gelerek roman tamamlanır. Okur, romanı bitirdiğinde Mingerli ile Pamuk arasında olduğu gibi, çok büyük olasılıkla diğer karakterlerin de gerçek hayattaki karşılığını bulmaya çalışacak ama tam anlamıyla bir karşılık bulmakta zorlanacaktır. Okuma süreci içerisinde Mingerya’yı, hem Türkiye alegorisi olarak görmek hem yakın coğrafyalardaki başka ulus devletlerinin kuruluş hikayelerini düşünmek hem de bazı kurmaca karakterleri tarihi figürlerle benzeştirmek mümkün olsa da romanın tarihsel üstkurmaca şeklinde yazılmış olması gerçek hayatla birebir benzerlik kurmayı zorlaştırmaktadır. Aslında herhangi bir kurmaca eserde (klasik romanı varsayalım) de o benzeşmeyi bulmak anlamsızdır. Tarihsel üstkurmaca olarak adlandırılabilecek bir romanda ise okur bu benzerliği bulmak için belki daha çok heyecanlanacak ama kurmacanın da kurmacasını okuduğu için gerçeklerden daha da uzak bir yere konumlanacak ve sonuç yine aynı olacaktır. Terry Eagleton’ın dediği gibi, yazar romanın girişine anlatacaklarım ve anlattığım karakterler gerçektir diye yazsa hatta altına imzasını atsa dahi, yazdığı eserin sonuçta roman alt başlığına sahip olması hepsini hükümsüz kılar (2003, s. 89-91). Yazarın romanın aslında roman biçiminde kurgulanan bir tarih kitabı olduğunu iddia etmesi de durumu değiştirmez çünkü okuduğumuz yine bir romandır.

 

Kaynakça

Eagleton, T. (2003). After theory, London: Penguin Books.

Ecevit, Y. (2002). Türk romanında postmodernist açılımlar. İstanbul: İletişim Yayınları.

Esen. N. (2013). Kara kitap üzerine yazılar, İstanbul: İletişim Yayınları.

Gümüş, S. (2010). Modernizm, postmodernizm, edebiyatın dünü ve yarını, İstanbul: Can Yayınları.

Çetin, H. (2016). Türk siyasal hayatında, krizler, kahramanlar ve hainler, Ankara: Orion Yayınevi.

Hutcheon L. (1989). Historiografic metafiction, parody and the intertextuality of history, 10 Nisan 2020 tarihinde https://tspace.library.utoronto.ca/bitstream/1807/10252/1/TSpace0167.pdf  adresinden edinilmiştir.

Pamuk O. (2006). Beyaz Kale, İstanbul: İletişim Yayınları.

Pamuk O. (2006). Kara Kitap, İstanbul: İletişim Yayınları.

Pamuk O. (2021). Masumiyet Müzesi, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Pamuk O. (2014). Öteki Renkler, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Pamuk, O. (2006). Sessiz Ev, İstanbul: İletişim Yayınları.

Pamuk O. (2021). Veba Geceleri, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Parla, J. (2015). Don Kişot’tan bugüne roman, İstanbul: İletişim Yayınları.

Tunalı, İ (1981). Felsefenin ışığında modern resim, İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları.

Waugh. P. (1984). Metafiction: The theory of practice of self-conscious fiction, London: Routledge.



[1] Don Kişot veya Tristram Shandy adlı romanlarda üstkurmaca tekniğinin izleri vardır ancak daha sonraki yıllardaki benimsenen yerleşik roman anlayışı klasik roman olacaktır.

[2] Aristo’nun eseri Poetika’nın klasik sanatın temel özelliklerini (taklit veya üç birlik kuralı gibi) anlatan ilk ve temel eser olduğuna ilişkin güçlü bir uzlaşım vardır.  

[3] Veba Geceleri’nde de benzer bir kullanım vardır: “…1980’lerde bir dönem Nişantaşı’nda müzeye beş dakika uzaklıktaki evinden haftada bir gelen tarihsever romancı Orhan Pamuk takıntıyla ziyaret ettiğini bana söylemiştir (2021, s. 513). 

[4] Yazarın bir önceki romanı Kırmızı Saçlı Kadın (2016) da Batılı bir eser olarak görülebilecek Sofokles’in Kral Oedipus’u ve Doğulu bir eser olarak görülebilecek Firdevsi’nin Şehname’sini romanın kurmaca dünyasında gerçek kılma amacı gütmektedir. 

Halkımız Kimliksel Oy Tercihi Bariyerini Ne Ölçüde Aşacak (Yıllardır Dönüşmekte Olan Sosyolojinin De Katkısıyla)?

CHP 7 Haziran 2015 ve 2018 genel seçimlerinde ilkinde tabloda da görüldüğü gibi MHP ve kısmen HDP'ye ikincisinde ise dikkat çekici ölçüd...